İlin güneybatısına doğru ilerleyen büyük bulvarın sonundaki kavşaktan kuzeye sapan dar, kıvrım kıvrım ve çok yokuşlu bir yol vardır.

       

Bu yol insanları çok uzaklardaki köylere yemyeşil alanlara, sepserin yaylalara alır götürür.

Hemen birinci dönemeçte başlayan Kızılçam ormanı, reçine kokusu ve içerisinde barındırdığı çeşit çeşit bitkilerin renk ve kokularıyla karşılar insanları. Yeşilin tüm doyumsuz tonları gözlerinizi şaşırtır, bakışınızı farklılaştırır. Beton yığınları arasında hantallaşmış vücudunuz dinginleşiverir; ciğerlerinize giren temiz hava, yüreğinizi bir başka çarptırır, bir başka dolaşmaya başlar kan, damarlarınızın en incesinde. Başınızın tatlı tatlı döndüğünü, esrikleştiğinizi duyumsarsınız.

Kıvrım kıvrım yol tek tük yazlıklardan geçerek toplu yazlıklara götürür sizi. Bu çok harika yazlıklara hayran hayran bakarsınız. Yanınızda buraları iyi bilen biri varsa size bu yazlıkların kimlere ait olduğunu tek tek sıralar.

Bu yerde herkes gelir durumlarına göre yazıklanmıştır. Çok görkemlileri, yüzme havuzlusu, saunalısı, hamaklısı, salıncaklısı, dubleksi, tripleksi… En mütevazısı, tek odalısı, çeşmesi, helâsı dışarıda olanı.

Bir ya da iki ay oturulan bu yerler sur gibi duvarlarla çevrilidir. Bazılarının taş işçiliğine bakar duvarları ören insanları kendinizce ödüllendirirsiniz.

Burada bir karış yer o kadar kıymetlidir ki… Herkesin işine yarayan yol o kadar daraltılmıştır ki! Kimse yolun geniş olması için bir karış topraktan fedakârlık yapmamış. Duvarlar ya da tel örgüler yolun daraltılması için ellerinden geleni ardına koymamış. Yol kenarında yağmur ve kar sularının akacağı akak kalmamacasına…

Sonradan yapılmış her şey; beton “yazlıklar,” bağlar-bahçeler mükemmel ve o kadar bakımlıdırlar ki! Toprak birkaç kez kazılıp kabartılmış, taşlar ayıklanmış, otlar dövülmüş; ağaçlar, asmalar budanmış, sebzeler ekilip, dikilmiş. En güzel meyve ve sebzelerini üretmek için sabırsızlıkla mevsimini beklemekteler.

Bu harika yerler hep paranın ürünüdür: Özel mülkiyettir. Bu yüzden insanlar onlara öylesine sahiptirler ki…

Bu sonradan para gücüyle yapılanların birçoğu; bakımsız, sahipsiz, horlanmış, hoyratça kullanılan, kamu malı ormanların içerisindedir. Ormanların çok eski olanları da vardır, sonradan yetiştirilenleri de. Orman yapmak ve yetiştirmek, pahalı ve uzun zaman alan bir yatırım olduğundan, burada özel ormanlar yoktur. Kadastro çalışmalarında bağ ve bahçelerin yakınındaki veya içindeki orman ağaçları tapulu hale getirilmişler. Tapu kâğıdı ile özelleştirilen orman ağaçları bazen kesilip paraya çevrilmiş, bazen de bağ ya da bahçeye gölge yapıyor diyerek yok edilmiş…

Özel mülk, bağlar, bahçeler çok korunaklıdır, kimseler giremez. Birçoğu sağlam duvarlarla çevrili ve demir kapılıdır. Oysa kamu malı olan ormanların korunağı, kilitlenecek kapıları yoktur. Her ağaca da bir bekçi koyamazsınız…

Bazen, boş, bozuk, ya da yanmış orman alanlarına yeniden yetiştirilmek için fideli dikim, ya da tohumlu ekim yapılır. Bu yerler tel örgü içine alınarak korunmaya çalışılır. Birkaç zaman sonra bu tel örgülerin sarkıtıldığını ya da kesildiğini görürsünüz. Tel örgü içerisine alınmış bu yerlerde yetişip büyüyen otlar, çobanların güttükleri hayvanların iştah kabartıcıları olurlar. Çobanlar buldukları ilk fırsatta hayvanları buraya sokup otlatıverirler. Otlarla birlikte yenilen küçük fidanlar onların umurunda değildir. Onlar için hayvanların semirtilerek, etlenmesi, sütlenmesi önemlidir. (Yiğitlerse birinin bağını-bahçesini yedirsin.)

Birkaç aylığına ya da günübirlik buralara gelen insanlar dikkatsizdirler, pistirler. Keyif araçları sigaralarının izmaritlerini araçlarının camlarından fırlattıklarında, yanan ağaçların, yaban hayvanlarının ağlamasını, inlemesini; can havliyle kaçan yılanların, börtü-böceğin, kaplumbağaların; kuşların yanan yuvalarındaki yavrularının cikirtilerini duymaz, gözyaşlarını görmezler.

Dinlenmek için dallarının gölgesine sığındığı ağaçların “mangal yelleme” keyfi uğruna kaç miktarının kül olduğu onları ilgilendirmez. Yelledikleri mangalın kendilerinden neler götürdüğü önemli değildir. Karınlarını doyursunlar, biraz da gölgede yatıp, tok karınlarıyla kestirsinler. Kalkıp gidecekleri zaman da kendi karınlarına atamadıkları, adına “çöp” dedikleri şeyleri ormanın bağrına atarak oradan ayrılsınlar...

Gelelim kıvrım kıvrım giden yolumuza: Yazlıkların bulunduğu yerde ikiye ayrılan yolda bir oklu levha görürsünüz: “Kazma Camisi”. Oysa bu yörenin adı “Kazma Pınarı” idi.

Buradaki suyun gözü beton depo içerisine alınıp yazlıklara dağıtıldı. Önceleri bakir bir doğaya sahip olan bu güzelim yerde, odunla ısıtılan taş fırın, kasap, birde insanlar namazını beraberce kılıp, ibadetlerini yapsınlar diye mütevazı bir mescit vardı, birkaç yere de ses cihazı konularak ezan sesinin uzaklardan duyulması sağlanmıştı. Pınarın ön kısmındaki yaşlı ulu çınarın gölgelediği yer, taş duvarlarla örülüp, orta yerine bir fıskiyeli havuz ve etrafına insanlar otursun diye oturaklar ve masalar konularak güzel bir dinlenme yeri haline getirilmiş.

Yolun ikiye ayrıldığı yerden, sola dönerek giden yolumuz, birkaç kilometre ötede insanların doğayı kendi çıkarları için kullanmasının beklide en kötü örneklerinden biriyle yüzleştirmek çabasıyla alır, götürür sizi.

 İlerledikçe ormanların renginin yavaş yavaş değiştiğini, bozlaştığını görürsünüz. Yaprakları ile soluyup kendi hayatını sürdürmeye çalışırken, bizler için de yaşam kaynağı olan oksijen üretmesini bilmemek ne kadar kötü… Ağaçların tohum atarak bağrında yeşerdiği toprağın, kayaların tozu ile onların ciğerlerini tıkamak… Patlayıcılarla yerinden oynatılan kocaman kayaları önüne katıp, taş kırma makinesinin ağzına homurdanarak atan vahşi iş makinesinin çıkarttığı duman, taş kırma makinesinin o dayanılmaz gürültüsü ve kırıcılardan çıkan toz bulutları… Geniş bir orman alanının toprağı, taşı ve her türlü örtüsünün kazınıp, boz kayaların patlayıcılarla oyum oyum oyulmuş olmasını görmek ne kötü.İnsanların bile nefes alamaz olması olası değilken, o güzelim bitkiler, yerinden yuvasından edilen hayvanlar ne yapar? Ne ederler?

Ormanlar kimin için vardır? Kimler için çabalayıp dururlar? Ormanların kendilerine en büyük zararları veren insanlara karşın, doğayı yaşanabilir halde tutup, devam ettirmek ereğini bilmemek ne acı.

 Yağmur, kar sularının depolanmasını sağlamak, topraklarımızın akıp gitmesini önlemek, börtü-böceğe, her türlü yaban hayvanına ev sahipliği, korunak olmak… Beşikten mezara kadar yanı başımızda olduğunu bilmek ve onu koruyup yaşatmak ne düzel.

Özel mülklerimiz olan bağ-bahçe ve tarlalarımızın ömürlerinin daha uzun, yaylaların daha serin, sularımızın bol ve havamızın daha temiz olması için bizlere rağmen ayakta kalmaya direnen ormanlara, yeşil alanlara sahip çıkmalıyız. Onların bizim hiçbir şeyimize gereksinimleri yoktur. Biz insanların, ormanlara mezarda bile gereksinimi olduğunu unutmamalı ve gelecek kuşaklara değerini öğretmeliyiz.